Hafız Mehmet Özbek Hoca Fotoğraf : Bekir Akkaya |
…
Özbek Hoca’nın bana verdiği soy kütüğünden birkaç not aktarmak isterim. Şecereki bilgilere göre aile aslen Özbekistan’lı. Oradan Taşken, Taşhan üzerinden Doğu Beyazıt’a gelmişler. Sülalenin adı Melikoğulları. Doğu Beyazıt’tan hicret ederek Konaklı denilen yere göçmüşler. Ailenin başında Abdullah Efendioğlu Mehmet Efendi denilen kişi vardır. Konaklı denilen yer havası serin yayla olduğu için aile kendisine kalacak başka bir yer arar.[2] Canik Sancağı denilen Samsun’a bağlı Fatsa kazasının Fizme köyünün Dereköyü mevkine yerleşirler. Fizme’ye yerleşen ailenin reisi Mehmet Efendi tahsili yarım kalan oğlu Halil Efendi’yi Amasya’ya gönderir. Orada dersini bitiren [icazet alan?] Halil Efendi Fizme’nin Dereköyü’ne bir medrese açar ve etraftan gelen talebeleri okutur. Müderris Halil Efendi’nin Abdurrahim, Hacı, Abdullah, Abdurrahman, Mustafa, Ali Osman isminde altı oğlu dünyaya gelir. Oğullarının hepsi de babaları Halil Efendi’den tahsil görüp âlim olurlar. Aslında aile Kumru civarında oldukça köklü bir ailedir. Şöyle ki: Halil Efendi’nin oğlu Abdurrahman’ın Selim ve Hüseyin isimli iki oğlu olur. Hacı Talip Efendi olarak bilinen zat Hüseyin Efendi’nin oğludur. Halil Efendi’nin diğer oğlu Hacı Abdullah Efendi’nin çocukları: [Hacı] Mehmet, Sait, Yakup, Deli Kuru [?], Ümmühan, Şakire, Rabia. Kadı Said denilen zat işte mezkür Hacı Mehmet Efendi’nin oğludur. Hacı Mehmet Efendi, Doğu Anadolu’ya hicret edip giden kardeşi Said Efendi’ye çok yandığı için oğlunun adını, kardeşinin adına hürmeten Said vermiştir ki, bu şahsı Kumrulular Kadı Said olarak bilirler. Yine Halil Efendi’nin oğlu Abdurrahim Efendi’nin kızlarından Adile Hanımefendi Karacalı’dan Bekaroğlu Osman denilen biri ile evlenmiş ve bu evlilikten Kuruhüseyinoğulları [Gırisinoları] namını alan Yusuf Ağa dünyaya gelmiştir.
Halil Efendi’nin oğlu Hacı Abdullah Efendi oğlu Hacı Mehmet üç evli imiş. Hanımları: Hasankadıoğlu Gülüşan Hanımefendi, Küşnefak[?]’tan Tırnaksızkızıoğlu Alime Hanımefendi, Çokdeğirmen’den Dudu Hatun Hanımefendi. Hacı Mehmet Efendi’nin Gülüşan Hanımefendi ile evliliğinden Hocazade namını alan zat dünyaya gelir. Buna göre Mehmet Özbek Hocamızın aile kütüğü şu şekildedir: Doğu Beyazıt’tan hicretle gelen ailenin başındaki Abdullah oğlu Mehmet Efendi. Onun oğlu Müderris Halil Efendi. Onun oğlu Hacı Abdullah Efendi. Onun oğlu Hacı Mehmet Efendi. Onun oğlu Bekir Efendi ve Bekir Efendi’nin üç çocuğundan biri olan oğlu Mehmet Özbek hoca. Hasılı aile pekçok âlim, hukukçu ve devlet adamı yetiştiren köklü bir aile olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu arada Mehmet Özbek hocamın bana verdiği belgeyi
derleyen kişinin Muzaffer Kumral olduğunu da kaydetmeliyim. Aynı belgede ailenin
büyüklerinden Halil Efendi’nin ölüm tarihi: [Hicri] 1047 olarak gösteriliyor.
…
Çocukluğunun biraz çileli geçtiğini söyleyen Mehmet Hafız, 23 Haziran 1936 yılında dünyaya gelir. Çocukluk devresinde bir süre köyde sıbyan mektebinde okur. İlk hocaları arasında hocamızın babasının dayısı olan Ahmet Bilici hoca vardır. Ardından Kumru Müftülüğü’nde çalışan Hüseyin Al’ın dedesi Hüseyin Hoca’da okur. Hafız Ahmet isimli bir başka hoca ise Özbek hocayı hafızlığa başlatır. Fakat hafızlığın ikmali Mehmet Alkan hocada gerçekleşir. Özbek hocanın hafızlığa başlamasında babası Bekir Efendi’nin özel çabası söz konusudur. Hoca sekiz yaşında başladığı hafızlığını on yaşında bitirir. Fatsa Meşebükü’nden eski müftü Mehmet Efendi’den talim dersi alır. Çocukluğunu üzerinden atmaya çalışan Mehmet Hafız Esence/Pencik’li Müderris Hacı Ali Efendi’den Arapça okumaya başlar. Emsile, Bina, Maksut, Avamil, İzhar, İzzi, Merah şeklinde Karadeniz usulü Arapça okur. Sonra da İstanbul’a yönelir. 1952-56 yılları.
Ali Peru ile birlikte gittikleri Gönenli Mehmet Efendi’den ders almaya başlar. Gönenli Hoca onu Sokulu Mehmet Paşa Camii’ne gönderir ders için. Orada sekiz kadar talebe hafızlık yapmaktadır. Özbek hoca da onların başında durur, derslerine yardımcı olur. Bu arada Arapça dersi için Fatih’te Çırçırlı Kur’an Kursu’na gelir. Hocanın iaşe ve ibate işleri Gönenli hoca tarafından karşılanır. Talim hocası ise bacakları kesik İsmail Efendi’dir. Mezkür hoca tramvay altında kaldığı için bacaklarını kaybetmiş, o haliyle talebelere talim dersleri verirmiş.
İstanbul’da biraz okuduktan sonra memlekete gelen Mehmet Hafız tekrar Esence’ye gider ve evvelki hocası Hacı Ali Efendi’de üç ay kadar ders okur. Orada bir de Abaza İshak Hoca vardır. İki ay kadar da onda okur daha önce okudukları tekrar kabilinden. Sonra Korgan’a yollanan Özbek Hoca, Findekse’de [Yeni Pınar ?] emekli müftülerden Said Issı Efendi’de Arapçasını kuvvetlendirmek için derslerini tekrarlar. Ardından da askere gider. Yaşı 21 civarındadır. Muhabere askeri olarak Ankara’da başladığı vatanî hizmetini İstanbul’da tamamlar. Askerde iken bir ara Diyarbakır’da da görev alır. Yıl: 1957-58. Askerlik sonrası Çarşamba’ya Hacı Ali Osman Alay hocaya giden Özbek Hafız, orada İzhar, Kafiye, Molla Cami, Usul-i Tefsir, Usul-i Hadis, Kadı Beydavi Tefsiri, Tefsir-i Menar gibi dersler okur. Nihayet hocaları onlara, ‘benim size verebileceklerim bu kadar!’ der ve Özbek Hafız da oradan ayrılır. Yıl 1963. Tabi Ali Osman hoca, bereketli biridir. Aynı anda seksen kadar talebe sadece Arapça okumaktadır hocadan.
Artık medrese usulüyle okuyacak fazla bir ders kalmayınca Özbek Hafız da gönlü
Hafız Mehmet Özbek Hoca Babası Bekir Özbek ve Oğlu Abdurrahman Özbek'le Keşlik Mezarlığı'nda Fotoğraf : Bekir Akkaya |
hâlâ ilimde olmasına rağmen gayri ihtiyari hocalığa başlar. Ünye’nin Kale köyünde ve başka köylerinde yirmi ay kadar çocuk okutur mekteplerde. Ramazan mukabelesi okur. Talebelerine elif bâ’dan başlayıp tecvide kadar dersler verdikten sonra Arapça derslere geçiş yaptırır. Mehmet Hafız 1965 yılında Kumru’ya gelir ve Karacalı Camii’nde göreve başlar. 1 Haziran 1967’de ise resmen görevli olur. Yaşı 31. Karacalı Camii’nde yaz ve kış aylarında muhtelif öğrencileri vardır. Onları özel olarak okutur, Arapça dersler verir ki, bu talebeler on altı veya on sekiz kadar olup sürekli ders alan kız talebelerdir. İlk okulu bitirdikten sonra Özbek Hafız’a gelen mezkür talebeler, orta kısmı dışarıdan verdikten sonra lise kısmını İmam Hatip Lisesi’nde okurlar. ‘Şimdi hepsi de üniversite mezunu ve hiçbiri boşta kalmadı. Onları Emsile’den başlayıp Kafiye’ye kadar okuttuk. Arada hadis dersleri de vardı. Kız talebelerimiz camide yaptığımız bu dersler yanında dışarıdan bitirme derslerine de çalışırlardı. Fıkıh’tan Nuru’l-İzah okurduk.’ diyor Mehmet Hafız biraz da onur duyarak. Mehmet Hafız bu dersleri 1971’den emekli olduğu 1992 yılına kadar devam ettirmiş. Karacalı Camii’nin müezzini olarak görev yaparken caminin imam hatibi meşhur Nutkullo Hafız imiş. Mehmet Hafız aynı camiye 1978 yılında imam hatip olarak atanacaktır. Zira o zamanlar hafız olan ve orta kısmı bitirenlere imam hatip olma hakkı tanınmıştır. Hoca da buradan hareketle orta kısmın derslerini aslında daha önceden verdiği halde İmam Hatip Lisesi’nin orta kısmının fark derslerini de vererek bu göreve terfi eder. Mehmet Hafız Kumru’da iken zamanın Kumru müftüsü olan ve Kumru halkı üzerinde çok emeği olduğu söylenilen Hüseyin Kılıç hoca ile sürekli olarak Arapça derslerine devam etmiş. Mülteka, Kadı Beydavi Tefsiri, Feraiz [İslam miras hukuku ilmi], Celaleyn Tefsiri gibi kitapları birlikte mütalaa etmişler. Mehmet Hafız hocası Hüseyin Kılıç hakkında duygu ve düşünceleri şu cümlelerle ortaya koyuyor: “Onunla içtiğimiz su ayrı giderdi. Hocamız Arapça bir ibareyi çözmeden başka bir metne geçmeyen çok gayretli biri idi. Sekiz kadar arkadaş ile bir ders halkası oluşturmuştuk.”
Günümüzde cami hizmeti olarak imam hatip ve müezzin kayyımlara pek çok görev düştüğünün altını çiziyor Mehmet Hafız. “Günümüz cami hocaları, ben nasıl olsa bu görevi elde ettim diyerek yan gelip yatmamalılar. Öyle hocalar var ki, bulunduğu yerdeki insanları kendisinden bîzâr ettirmiş vaziyette. Kimileri cami görevi yanında başka işlerle uğraşıp kendi asıl görevini çantada keklik olarak görüyor. Bunlar doğru şeyler değil. Bizim hocamız bize: ‘Size Azrail geldiğinde sizi vazife başında bulsun!’ derdi ki, ben daima bu sözü kendime düstur edinmişimdir. Biz çocukken hoca arardık okumak, ilim tahsil etmek için. Bundan dolayı ben görevli iken hep talebe okutmuşumdur.” diyor. Bu noktaya gelmişken hocamıza, talebeliğinde ilim tahsili yaparken gördüğü sıkıntıları ve tarihe kaydedilmesi gereken hatıralarını sormadan edemezdik. O konuda şunları dile getiriyor Özbek Hoca: “Bizim zamanımızda ben altı yedi yaşlarında iken köyde, şu ileride gördüğün dağ Karapınar’ın Mektep Dağı’dır. Bunun hikayesi şöyle: Samanlık yaparken ağaçlar yığma bir şekilde üst üste konulur. Biz ormanda etrafı yığma ağaçlarla örtülü yerlerde okuduk. Diyelim jandarma gelip baskın yapacak. Bu durumda biz, bizim ahırda hayvanların yanında okurduk. Baskı vardı o zamanlar. Hocalarımız bu şartlarda okuttu bizi. 1942’li yıllar. Biz böylesi dönemleri yaşadık. Bir de ben Halil Tatlıgül hocamızın hocası Rize Zevandik’li Mustafa Yıldız’dan dinlemiştim. ‘Hocam bize hatıralarınızı anlatır mısınız’ demişti bizim Abdurrahman hoca. O da: Anlatayım dedi ve şunları söyledi. ‘Biz Zevandik’te dağ başında talebe okuturduk. Her gün odaya bir yatak sererdim. Öğrenciler de yanımda. Dışarıda bir nöbetçi tutardık. Baskın vesaire varsa o talebe dışarıdan bize sinyal gönderirdi. Şayet baskın yapanlar içeri gelirlerse hocaefendi hasta yatağında, talebeleri de başında ona okuyorlar havası verirdik. Biz talebelerimize derslerini bu şekilde verirdik.” Özbek hoca böylesi günleri geride bıraktığı için olsa gerek din tahsilinin ve bu uğurda talebe okutmanın ne anlama geldiğini herhalde bizim gibi tecrübesizlerden çok ileri seviyede idrak ediyor. “Bu gün cami hocaları fırsatı ganimet bilip talebe okutmalılar. Zira Allah Teâlâ ‘letüs’elünne yevme izin anin-naîm’ buyuruyor Tekasür Suresi’nde. Yani size verilen nimetlerden hiç şüphesiz ki sorguya çekileceksiniz buyuruyor. Dolayısıyla hocalarımız ne yapıp yapıp din ilmini bir sonraki nesle en güzel bir şekilde aktarmanın mücadelesi içinde olmalılar”. Pekiyi hocam, elinizde imkan olsaydı hangi fakülteyi okumak isterdiniz sorumuza tereddütsüz olarak: “İlahiyat okumak isterdim” şeklinde cevap veriyor. Niçin, diye sorumuzu yinelediğimizde: “Bugün insanımızın buna daha çok ihtiyacı var. Zira milletimizin Kur’an ve hadisleri, bunları iyi bilen kişilerden duymaya ihtiyacı var. Buna kesin olarak inanıyorum. Tabi bu diğer şeylere olan ihtiyacımız yok anlamına alınmamalı” diyor.
Özbek hoca cuma hutbelerini irticali olarak okurmuş.
Tabi elinde yazılı bir metin, ara sıra metne bakar gibi yapan hoca aslında o
anda zihninde oluştuğu şekliyle hutbeyi irad edermiş. Hocayı bu haliyle
görenler onu metinden okuyor sanırmış. “Ben imam hatipliğim boyunca Diyanet’in
gönderdiği hutbelerden iki tane bile okumamışımdır. İrticali olarak okurdum.
Önce bir ayet, ardından konuyla ilgili bir hadis ve sonra onların açıklanması.
Bir gün Terme’de Fatih Kur’an Kursu hocası Niyazi Kasapoğlu hoca Kumru’ya
gelmiş, hasbelkader Cuma günü de bizim camiye gelmişti. Cuma çıkışı, yahu şu
Özbek hoca okuduğu hutbeden bir fotokopi de bize verse demiş. Halbuki ben onu
irticali okumuştum. Ortalıkte metin falan yoktu!” diye esprili bir şekilde
macerasını anlatıyor.
…
1956 yılının 10. ayında teyzesinin kızıyla dünya evine girmiş Mehmet Hafız. Bu evlilikten üçü kız biri oğlan olmak üzere dört çocuk dünyaya gelmiş. Kızlarından biri orta okulu, biri İmam Hatip Lisesi’ni biri de tıp fakültesini bitirmiş. Üniversite mezunu kızı, ana çocuk sağlığı bölümünde doktor olarak görev yapmaktadır elan. Oğlu Abdurahman ise Gazi Ün. İşletme Fakültesi mezunu. İlginçtir Mehmet Hafız evliliğinin üzerinden bir hafta geçmişken, ‘yahu evlendi de okumayı bıraktı’ demesinler diye daha taze evli iken çantasını alıp Esence’ye ders okumaya gitmiş. Daha doğrusu orada devam etmekte olan dersine devam etmiş. Oradan gelip henüz bir aylık evli iken de askere yollanmış
“Pekiyi hocam, diyorum. Kızlarından
doktor olarak görev yapan özel bir hastanede mi?” “Hayır”, diyor Özbek Hafız.
“Başörtüsü problemini nasıl çözüyor?” şeklinde sorumu devam ettirince Mehmet
Hafız şöyle bir çözüm öneriyor: “Konuyla ilgili bir miktar eser okudum. İki
farklı görüş var. Birinci görüşe göre hiçbir şekilde başı açmaya veya peruk
takmaya izin verilmiyor. İkinci görüşe göre ise bazı şeyleri yapabilmek için
farzın yapılmadığı durumlarda onun [peruk takmanın] günah olduğunu bilerek ve
bu şekliyle kabul ederek başı açmaya daha doğrusu peruk takmaya izin veriliyor.
Benim kanaatim ise bugünkü şartlarda Müslüman evladının okuyup bir yerlere
gelebilmesi için ilim tahsili şarttır. Bir yere varacağız ama arada bir tarla
var. O tarladan geçmemiz lazım. Geçemezsek menzil-i maksudumuza vasıl
olamıyoruz. Evet belki çamura bulanacağız ama hedefe varmamız için bu şart ise
günahlığını kabul ederek bunu yapabiliriz yani peruk takılabilir. Tabi bu da
kerahetle caizdir. Yoksa hiçbir beis yoktur anlamında değil.”
…
Mehmet Hafız tasavvufi hayata daha 23-24 yaşlarında iken aynı zamanda hocası olan Ali Osman Efendi’ye intisap ederek adım atar. Önce istihare yapar ve neticeyi hayırlı olarak görünce de tarikata girer. Ali Osman Efendi, Sivas’lı İsmail Toprak hocanın halifesi imiş.[3] Ali Osman hoca abdestsiz gezmediği gibi abdestsiz gezmeyi de yadırgarmış. Mehmet Özbek hoca Kumru Karacalı Camii’de atandıktan sonra hocasının burada hatme-i hâce okutması noktasında vekili olmuş. “Hocam, neydi o Perşembe günleri ikindi sonrası zikir çekmeniz, dualar okumalarınız?” diye sorduğumda “Evet, diyor, biz de şeyhimizin bize verdiği zikir dersini yani hatme-i hâce’yi buradaki muhibbân ile birlikte yapardık”. Sanıyorum haftada iki defa yapılırdı bu ders. Cemaatten herhalde onbeş yirmi kişi katılırdı bu derslere. Bazen muhterem pederim de bu derse katılır, ben de çocuk halimle gayri ihtiyari olarak dersin bitmesini beklerdim caminin bir köşesinde. Mehmet Hafız hâlâ müteveffa şeyhine intisap etmiş vaziyette olduğunu belirtiyor.
Özbek Hoca’nın Kumru’daki görevinin son yıllarında rü’yet-i hilâl yani Ramazan ayında hilâl’in görünmesi meselesi ile ilgili yaşadığı acı bir tecrübe de söz konusudur. Yıl 1991. Özbek hoca, Adem Saraç hoca dahil birbirini yakından tanıyan birkaç şahsiyet Ramazan hilâlinin Türkiye’deki uygulamadan bir gün önce görüldüğü tespit ederler ve bir gün önceden oruca başlarlar. Dolayısıyla Ramazan bayramından bir gün önce hilâl görününce çok güvendikleri arkadaşlarından da bu düşüncelerini teyit eden telefonlar alınca haliyle bayrama bir gün önceden girerler. Halbuki Türkiye’de bir gün sonra Ramazan bayramıdır. Kaldı ki, Ramazan bayramının birinci günü oruç tutmanın haram olduğu da ilmihal kitaplarında kayıtlıdır. Halk arasındaki uygulama ile çelişen bir manzara çıkar ortaya. “Çünkü, diyor Özbek Hoca, Peygamber Efendimizin açık hadisi var. Ramazan hilâlini gördüğünüzde oruca başlayın, Şevval hilâlini gördüğünüzde bayram yapın.”. Evet günümüz teknolojisi oldukça gelişmiştir, bizim buna saygımız vardır fakat fiiliyatta hilâl görünmüşse ve Peygamberimizin konuyla ilgili açık bir ifadesi varsa buna rağmen nasıl bir gün sonra başlayabilirim ki, diyor. Dört arkadaştırlar ve bunu sadece kendi aralarında kimseye söylemeden uygularlar. Fakat nasıl oldu ise halk nazarında itibar gören ve görüşlerine önem verilen Özbek ve Adem Saraç hocaların bu tutumu bir anda ortalıkta hiç de hoşa gitmeyen bir manzara çıkarır Kumru’da. Zamanın Kumru müftüsü Özbek hocayı Karacalı Camii’nden alıp yukarı köylerden birine verir. Yaşlı haliyle Özbek hoca hergün uzunca yol teper yeni görev yerine. Geceleri Mustafa Çaya ile birlikte giderler. “Ben, demişti Mustafa bey, her gece Mehmet hocama eşlik ederdim camisine giderken. Ve ona yol boyunca sorular sorardım. Öylesine güzel anlarımız olurdu ki!” Tabi bir kere Özbek hocanın morali epey bozulmuştur bu hadise sebebiyle. Hele de onun yaşlı ve yıllarını Kumru’ya hizmet vermiş biri olarak sıradan köylerden birine verilmesi hocayı emeklilik düşüncesine sevkeder ve o da emekli olur. “Diğer üç arkadaş da buradan/Kumru’dan gitti ama her biri görevinde terfi etti” diyor Özbek Hafız. “Bu onlara Allah’ın bir ikramı oldu. Dahası Kumru gençliği artık kitap okumaya başladı. Müthiş derecede dini kitaplar, ilmihaller karıştırmaya başladılar. Aslında bize şer gibi görünen şey bir yönden de hayır oldu” şeklinde dile getiriyor başından geçen bu acı hatıraları.
Halil Tatlıgül hocamızla ilgili de bazı hatıralarını buraya kaydedelim. “Ben Halil hocamızın sırdaşı idim. Benden hiçbir şeyini saklamazdı. Ondan/Halil hocamızdan duyduğum şöyle bir konuyu da burada teberrüken nakledeyim. Bir keresinde büyük bir âlime sormuşlar. Hocam, demişler, iki genç erkek var. Bunlardan birine çok güzel bir kadın gelip kendisi ile birlikte olmayı [zina] teklif ediyor. O muttaki genç de Allah’ın inayetiyle onu başından defediyor. Bir de hiç böyle bir kadınla yüzyüze gelmeyen bir genç var. Bunların hangisi daha üstündür. Âlim zat diyor ki, kendisi böylesi bir kadınla baş başa kalmayan genç. Niçin, diye sorduklarında: Zira diyor, bu ikinci muttaki genç, böylesi bir kadına, kendisine yaklaşma fırsatı bile tanımamıştır.” Halil hocamızı etrafı değerlendirebildi mi, size göre, diye sorduğumda Özbek hoca, sanırım evet, diyor. Halkımızın %90 hocamızı değerlendirmeyi bildi. Tabi Halil hoca bir kere gelip gitti. başka söze hacet yok diye Halil hocamızın bıraktığı derin boşluğu ihsas ettiriyor. “Tabi şimdilerde onun yerine oğlu Hacı [Abdurrahman] Efendi bakıyor.” diyerek geleneğin devam etmekte olduğunu sözlerine ekliyor. Halil hocamızın Özbek hocaya sır kabilinden verdiği düşünceleri de vardır herhalde. En iyisini Allah bilir.
Sessiz akan bir nehir görünümündeki Özbek hocamızın hayatı ile ilgili kaleme aldığımız bu yazı hocamızı sahiden ne kadar tanıtabilir? Belki devede kulak! En iyisi siz bunu Özbek hocanın hayatı ile ilgili bir girizgah olarak kabul ediniz. Devamına Allah kerim…
Not:
Bu yazı, 29.08.2004 tarihinde Mehmet hocamızla Fizme Karapınar’daki evinde
yaptığımız sohbetin bir meyvesi olarak kaleme alınmıştır. Hocamızla ilgili bize
bilgi ve belge gönderen dostlara ve özellikle de Bekir Akkaya'ya şimdiden medyûn-ı şükran olduğumuzu beyan
ediyorum.
Muhterem Bekir Akkaya’nın www.kumru.org ve https://bekirakkaya.blogspot.com/ sayfasında yayınlanmak üzere hazırlanmıştır.23.03.2005/Üsküdar/İSTANBUL
Saygılarımla.
Ahmet
Çapku
23.03.2005. Üsküdar/İSTANBUL
[1] Konya Selçuk Ün., Prof.
Dr. [eğitimci]
[2] Bana
verilen daktilo ile yazılı belgede mezkür aile ile Hosaflılar arasında bir
takım nahoş hadiselerin geçtiği bilgisi var. Fakat biz burada yanlış anlamaya
sebebiyet verir endişesiyle bu konuya girmiyoruz.
[3] Tarikatta halife olan
kişi, intisap ettiği şeyhinin irşat açısından temsilcisi ve aynı zamanda şeyh
namzedidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder