selamunaleyküm sevgili hocam.
bu akşam çok ilginç bi tevafuk oldu sizle paylamak istedim.:)
sizin diyaloğun çuvallaması yazınızı okudum. ve orda geçen HAK GELDİ BATIL ZAİL OLDU. ayetini düşünüyordum.. sonra hali haızrda okuduğum bediüzzaman ın muhakemat eserine devam ettim. inanır mısınız. aynı konudan bahsedilen bi bölümle karşılaştım. ilgili bölümü sizle paylaşmak istedim.bediüzzamanın ifadelerinde ilgimi çeken kısımlar.dili çok ağır bazı yerleri anlamadım ama.Ve mazi başkalara ve istikbal bize ait olacağına beşaret verir.diyo.. mesela.. ve anladığım kadarı ile belki yanlış anlamışımdır. düzeltebilirsiniz. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümferma kuvvet vs istibdat ve tahakküm vardı diyo.. ya zamanı istikbalde belki bu zamanda ve ierleyen zamanlarda herşeyin hakikatini isbat mantıki çerçevede izah vardır. diyor gibi anladım.ve devamında:........"Ey ihvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı halle bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı -1- boynunu kaldırmış, elle istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyor ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir ki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir. Görülmüyor mu ki: Telâhuktan neşet eden tenevvür-ü efkârla toprağa benzeyenevham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki, nücûm-u semâ-yı hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele'lü' ve lem'a-nisar olacaktır. " .......bölümünde
HAK GELDİ BATIL ZAİL OLDU. İSRA SURESİ 17.AYETİN TEFSİRİ YAPILIYOR.VEsonraki zamanların islamla parlayacağı zamanlar olacağı müjddesi veriliyor.vedevamında teslis içinde tevhid arayanlardan ve nasara nın hristiyanların dalaletini n sebebinin taklitten ve burhan-delil- eksikliğinden kaynaklandığını belirtiyor. BUNLARDAN HAREKETLE DİNLERARASI DİYALOG ÇALIŞMALARINI SİZİN ÇOK İYİ BİLDİĞİNİZİ O FİLMDEKİ GİBİ OLMADIĞINI BİLDİĞİNİZİ UMUYORUM.ASLINDA DİNLERARASI DİYALOĞUN HRİSTİYAN ALEMİNE VE EHLİ KİTABA Bİ ÇAĞRI OLDUĞUNU, ONLARLA ORTAK PAYDAYI YANİ ONLARINDA İNANÇLARINA DÖNMESİ,KURANI,EFENDİMİZ KABULL ETMELİRİNE YÖNELİK BİR ÇABA OLDUĞUNU,YANSITILMAYA ÇALIŞILDIĞI GİBİ İSLAMDAN TAVİZ VERME.İNANÇLARIMIZDAN TAVİZ VERME DEĞİL EHLİ KİTABA AKIL VE MANTIKLA İSLAMI VE GÜZELLİKLERİNİ ANLATMA GAYRETİ OLDUĞUNU BİLDİĞİNİZİUMUYORUM.VE BU BAĞLAMDA BELKİ LANSE EDİLMEYE ÇALIŞILAN MANA DAKİ DİYALOG ÇUVALLAMIŞTIR.ANCAK BEDİÜZZAMANIN ÇİZDİĞİ İSTİKAMET DOĞRULTUSUNDA FETHULLAH HOCAEFENDİNİN VE ONU SEVENLERİN YÜRÜTTÜĞÜ DİYALOG ÇALIŞMALARININ ÇUVALLAMADIĞI ÇUVALLAMAYACAĞININ DELİLLERİNİN SABİT OLDUĞUNU ben kendi acizane fikrimle DÜŞÜNÜYORUM..
BU İLGİNÇ TEVAFUKU VE DÜŞÜNCELERİMİ SİZİNLE PAYLAŞMAK İSTEDİM... SAYGI VE SEVGİLER...
Sekizinci Mukaddeme
(Temhid)
Şu gelen uzun mukaddemeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen mukaddeme her kemâli mahveden ye'si öldürür. Ve herbir saâdetin mayası olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu, ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı müstakbeli muvazene etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.
Evvelâ: "Ebnâ-yı mazi"den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben "mazi" ile tabir ederim, ondan sonra "müstakbel" derim.
Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya'nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü't-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me'nus kılmak, bürhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric'iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız.
Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intaç eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz. Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ' etmiyor. Burhan isteriz.
Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ ve tabiat ve müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde-velev filcümle olsun-istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.
Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp gizlenirdi.
Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassup yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.
Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallah istikbalde bitamamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve safsataya bedel bürhan; ve tab'a bedel akıl; ve hevâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metanet; ve garaza bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul; ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır-karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti
Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziyayla istifadeye başlamıştırlar.
Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı kâtı' üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı rapteylemesidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.
Ey ihvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı halle bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı -1- boynunu kaldırmış, elle istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyor ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir ki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir. Görülmüyor mu ki: Telâhuktan neşet eden tenevvür-ü efkârla toprağa benzeyen evham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki, nücûm-u semâ-yı hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele'lü' ve lem'a-nisar olacaktır.
-2- Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde, teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği akide-i hakla mücehhez ve seyf-i bürhanla mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse, nasıl birden mağlûp ve münhezim oluyor!
______________________________ __________
1- "De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu." (İsrâ Sûresi: 17:81.)
2- Düşmanların engellemelerine rağmen.
Kur'ân'ın üslûb-u hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azil ve bürhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havâtiminden nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.
Diyor: -1-
ve -2-
ve -3-
ve -4-
ve -5-
ve -6-
ve -7-
ve -8-
ve -9-
ve -10-
Ben dahi derim: -11-
Hâtime
Zahirden ubûr ediniz. Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esah ve lâzım...
1- "Bakmazlar mı?" (Gâşiye Sûresi: 88:17.)
2- "Bakınız" (Âl-i İmrân Sûresi: 3:137.); (Nahl Sûresi: 16:36.); (Neml Sûresi: 26:69.); (Ankebut Sûresi: 29:20.); (Rûm Sûresi: 30:42.)
3- "Onlar hiç düşünmezler mi?" (Nisâ Sûresi: 4:82.); (Muhammed Sûresi: , 47:24).
4- "Hâlâ düşünmez misiniz?" (En'âm Sûresi: 6:80.); (Secde Sûresi: 32:4.)
5- "Düşünün." (Sebe' Sûresi: 34:46.)
6- "Farkında değiller." (Bakara Sûresi: 2:9); (Âl-i İmrân Sûresi: 3:69); (En'âm Sûresi: 6:26, 123); (Nahl Sûresi: 16:2.)
7- "Aklını kullanıyorlar." (Bakara Sûresi: 2:164;) (Ra'd Sûresi: 13:4;) (Nahl Sûresi: 16:12, 67); (Hac Sûresi: 22:46); (Furkân Sûresi: 25:44); (Ankebût Sûresi: 29:35); (Rum Sûresi: 30:24, 28); (Câsiye Sûresi: 45:5.)
8- "Aklını kullanıp anlamazlar." (Bakara Sûresi: 2:170, 171); (Mâide Sûresi: 5:87, 103); (Enfâl Sûresi: 8:22); (Yûnus Sûresi: 10:42, 100); (Ankebût Sûresi: 29:63); (Zümer Sûresi: 39:43.)
9- "Biliyorlar." (Bakara Sûresi: 2:75.) (Kur'an'da 32 yerde geçmektedir.)
10- "Bundan ibret alın, ey basiret sahipleri!" (Haşir Sûresi: 59:2.)
11- ey akıl sahipleri, ibret alınız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder