Bazı yaşanmışlık'lar vardır ki, hiç unutulmaz. Yaşarken basit gibi görünür, fakat yıllar sonra bir bakmışsınız ki, beyninizin bir köşesinde bir ivme oluşturmuş ve başlamışsınız anlatmaya, anılara dönüşür iyi veya kötü yaşanamış bütün hikayeler. Yaşınız kaç olursa olsun hep hatırlarsınız ve defalarca anlatırsınız. İçinde anlatılmamış bir hikaye taşımaktan daha büyük yük, ne olabilir ki...
Elli altmış yıllık bir ömür iki cümle ile ifade edilmese de, ben; üç beş cümle ile ifade etmeye çalışacağım ve sizlere iki dost insandan bahsederken, iki de anımı paylaşacağım.
Köyümüzde yaşamış ve ahirete intikal etmiş iki insan... Zaman, zaman küskünlükleri olsa da, birbirlerini anlayabilen iki dost. Biri, kitapçı Mehmet (hoca) AKKAYA ve Talip (hoca) SAYGI...
Talip hoca vefaat ettikten sonra, Mehmet hocanın “ İşte ben şimdi yalnız kaldım” dediğini çok duydum. Her ikisine de Allah rahmet eylesin...
Mehmet hoca, üstüme pislik bulaşır korkusuyla ahırların da hayvanların dahi yanına yaklaşmayan, bütün alet ve edavatları kendine özel ve kimseye dokundurtturmayan, ziyaretine gidildiğinde şen şakrak ve zaman sonra, kendine özel ocağın başına geçip “Muhammediye” nin sayfalarını açarak saatlerce okuyan ve okudukça göz yaşı döken ve eşi Fatma teyzenin yeter artık yoruyorsun insanları dediğinde sinirlenip, kendi uslubünca fırçalar atan, zamanın imam hatiplilerini ve hocalarını birşey bilmemekle suçlayan, bildiklerinin ve
okuduklarının kabullenilmesi için var gücüyle mücadele veren ve hiç pes etmeyen, hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, köy mekteplerinde talebeler yetiştirmiş bir insan... Mehmet hoca... Allah rahmet eylesin.
Diğer biri ise Talip hoca...Otuzbeş sene devletten bir kuruş almadan köyünün camisi' nin imamlığını yapmış ve bu sorumluluğu üstlenmiş, seyahat'e çıktığın'da yerine vekil bırakmayı dahi vazife bilen, köyünün mektebinde çocukları okutmuş bir insan... Bizler!!! “ Evvela, müslüman olan ve müslüman üzerine farz olan Amentü' yü, koro halinde söyleyerek onlardan öğrendik" ve ilmihal kitaplarının arasına sıkışmış, zaman, zaman “Karadavut” kitabından kıssalar okuyan ve bunları gerçek hayatta uygulatmaya çalışan bir insan... Cuma hutbelerinde okuması için, kendisne Türkçe hutbeler yazılsa dahi, kabul etmeyen ve sahip olduğu Osmanlıca Türkçe, hutbe kitabından sayfaları bitirip, bitirip tekrar başa dönen. Bayram hutbelerin de; bir müslümanın üç günden fazla, küskün kalmamsı gerektiğini, ve Kurban bayramın da, kurban derilerinin teyyare cemiyetine verimesi gerektiğini duyunca; bayramların ne çabuk geldiği bize hatırlatan bir insan...
Talip hoca bu hutbeleri okudukça, köy cemaati ezberlemişti. Bu okunan hutbelerle ilgili kendisini eleştiren İmam Hatip lilelere de “ Ben böyle biliyorum, böyle okuyorum, sizde bildiğinizi okuyun diye karşı çıkan Talip hoca...
Bu iki insanın, birbirlerine küsseler dahi, küskünlüklerinin uzun sürmediğini, bir birlerini üzdükleri için, üzüldüklerini şu an yaşayanlar bilir. Hatta Mehmet hocanın kızı Ayşe'hanımın naklaettiği gibi;
Bu iki insanın küskün oldukları anda; Talip hocanın, Mehmet hocanın evinin yakınlarına kadar gelip, bakıp, bakıp geriye döndüğünü kendisinden çok dinlemişimdir.
Burada anlatmak istediğim bir ve ya birkaç günün hikayesi gibi algılansa da. Onlar koca bir ömrün içine neler sığdırdılar kim bilir. Onlar koca bir ömrü yaşadılar ve gittiler. Her ikisine de Allah rahmet eylesin.
...........
Birgün Mehmet hoca evinin önünde ve hiç kimseye vermediği keskin balta' sı ile, tarlasını bekitmek için kazık sivriltiyor. Ben tam onun yanından geçerken, selam verdim ve selamı almasını beklemeden “ Kazık mı sivritiyorsun Mehmet emmi” diye seslendim. Bana dönüp sertçe ve yüksek sesle “ Ne soruyon, görmüyon mu kazık sivritiyom işte” demesi üzerine usulca “ Kolay gelsin mehmet emmi” dedim. Ulan Ekrem dedim, kendi kendime; adamın kazık sivrilttiğini gördüğün halde soracak başka birşey yokmuydu diyerek ve kendi kendime kızarak oradan uzaklaştım. Siz siz olun, adamın yaptığı işi aşikare bildiğiniz halde laf olsun diye, bunu mu yapıyorsun diye sormayın, alacağınız cevap aynı türden olabilir...
..................
Bir gün babamla (Talip hoca) yayladan göç ediyorduk. Atlar katırlar yüklü. Bense hayvanların peşinde idim.Fakat hayvanların içersinde iki dana vardı ki, peşlerinden koşmaktan bitap düştüm ve en sonunda çareyi, iki dananın kuyruğunu birbirine bağlayarak bulduğumu zannettim. Öyle bir durum oldu ki daha çok kaçmaya başladılar. Ben peşlerinde onlar önümde bir türlü durduramıyordum. En sonunda bir ormanın içersine seksen derece biri sağa, biri sola yuvarlandılar. Kuyruklar düğümlenmişti, bir türlü çözemiyordum ve hayvanların kuyrukları kıtır, kıtır sesler çıkartıyordu. Kopacak bu kuyruklar dedim kendi kendime ve korkudan olanca gücümle babama çağırdım. Fakat bir taraftan da dayak yemekten korkuyordum. Aynen öyle oldu. Babam önce tüh sana derdemez tokatı suratıma kuvvetlice yapıştırıverdi. Bir tarafım çöktü zannettim. Arkasından korktuğumu anlayıca şöyle dedi “Bak!!! erkek adam, bıçaksız ve ateşsiz gezmez, şimdi ben olmasaydım ne yapacaktın” Cebinden bıçağını çıkardı ve danaların düğümlenmiş kuyruğunu tüylerinden keserek bir birinden ayırdı. Ben o gün bu gündür benimle özdeşleşen siyah çantamın bir köşesinde hep bıçak gezdiririm.
Sağlıcakla kalınız.
Ekrem SAYGI
16.05.2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder