İnternette Arayınız!

7 Şubat 2021 Pazar

AHDE VEFA MESELESİ YA DA BEKİR AKKAYA /Ahmet ÇAPKU yazısı

Bekir Akkaya hocanın son iki yazısı [Ne Biçim (Ne) Bir Şey? /20.03.2010/ - Takavut Dilekçesi Tamam / 15.05.2010/] bu noktada bana bazı meseleleri çağrıştırdı: Güven duyulan kişilerin gerçekte o güveni verebilecek çapta olmamaları, dindar görünümlü kişilerin din tacirliğinden hareketle menfaat-perest tavırları gibi haller kimi insanların
Çok sevdiğim birinin bu fakire gönderdiği e-maillerden birinde şöyle bir hikaye anlatılıyordu: “Harbin en kızıştığı anlardan birinde askerin biri ileri sipere atılırken ağır şekilde yaralanır. Belli ki, biraz sonra âlem-i cemâle yollanacaktır. Onun hemen gerisindeki siperde yaralı askerin arkadaşı ne yapıp yapıp onun yanına gitmek istemektedir fakat başka bir asker onu, yağmur gibi yağan kurşunlar arasından geçilerek gidilen o yere göndermek istemez. Ancak o bütün cesaretini toplayıp her şeyi göze olarak yaralı arkadaşına ulaşır ve biraz sonra aynı çeviklikle geri döner. Geri siperde bekleyen arkadaşı, yaralı askerin nasıl olduğunu sorar. Geri dönen asker, artık onun şehit olduğu söyler. Bu sefer asker; ben sana demedim mi, oraya gitmeye değmez, o ağır yaralıdır ve yapılabilecek bir şey yoktur diye, diyerek adeta sitem eder. Ancak vefa âbidesi askerin verdiği cevap harikadır: Evet onu kurtarabilmek adına bir şey yapılamayacağını ben de biliyordum lakin arkadaşımın, gözlerini yummadan önce bana söylediği son söz benim için dünyalara değerdi: ‘Geleceğini biliyordum!...’”

Bu hikayeyi okuyunca kendi kendime, müthiş!, diye mırıldanmıştım. Ahde vefalı olmak denilince acaba ne anlarız bundan? Güzel Türkçemizde ‘foyası ortaya çıkmak’ diye bir tabir vardır. Bu tabir özellikle dönek, sahtekâr, iki yüzlüler ve hatta menfaat-perestler/ (menfaat düşkünü) için kullanılır daha çok. Bir insanla yola çıkmadan veya onunla ticaret yapmadan o kişinin iç yüzünü anlayamazsınız şeklinde halk arasında bir söz dolaşır. Uzun yılların tecrübesine dayanan hikmet dolu halk sözünün doğruluk ve güzelliğine ne denilebilir ki!

Ahde vefa sözünden; ahlakta, edepte, bizde hak-kukuku olanlarla muamelelerimizde, öze/(kişinin özüne) işaret eden verilmiş sözde, bize emanet edilmiş vazifeyi/görevi hakkıyla ifâ etmede, idealde-inançta, fikir namusu sahibi olmada… kişinin samimi duruşunu anlamaya taraftarım şahsen. Tabii burada dikkatli olmamız gereken bir nokta vardır: Şayet ben, ahde vefalı olmak konusunda samimi isem ve bu benim kendi özüme/şahsıma/şahsiyetime verdiğim bir söz ise bunu, hayatta başıma gelen hemen hiçbir şey tahrip edememelidir. Onu öyle güçlü kılmalıyım ki, benim zaman içinde iradem, bilgim ve ahlakımla güçlendirdiğim o şey, zor zamanlarda benim kendisine dayanarak ayakta kalabildiğim bir dayanak olmalıdır bana. Pekiyi o şeyi ne ile nasıl tahkim edebilirim? Bunun pek çok yolu yöntemi olmalıdır. Bu cümleden olarak önümüzden yürüyen büyüklerimizin iyi olarak bildiği ve tavsiye ettiği ‘iyi’ insanlarla hemhal olmak, hocalarımızın tavsiye ettiği güzel dost olarak bildiğimiz kitaplarla bilgi dağarcığımızı beslemek, gerçekten dost diyebileceğimiz ve ahlakına güvenebileceğimiz kişilerle ünsiyet peyda etmek gibi halleri zikredebiliriz.

Eğer ki, insanın hayatı bir tecrübe yürüyüşü ise bu yolda kişi ne çok hallerle karşılaşır. İslam bütün bu hallerin hepsine, kişi adına, ‘imtihan’ adını verir. Söz konusu ‘imtihan’ın türlü tezahürleri ilişir kişinin gözüne ve gönlüne. Eğer bu yürüyüşte kişi, kendine (benliğine) Allah denilen ve her şeyin sahibi olduğuna inandığı varlığı merkez olarak alırsa her ne görür, işitir, yaşarsa ise inancı itibarıyla kaybedeceği bir şey yoktur. Nitekim bir hadiste şöyle geçer: “Doğrusu ya, müminin hali hayret vericidir! Kendine bir nimet nasip olsa şükreder ki, bu onun için hayırdır. Eğer bir musibet gelse o da sabreder ki, bu da onun için hayırdır!” Her halükârda o, kazançtadır anlaşılan. Tabi burada nimetin ve musibetin hepsinin de birer ‘imtihan’ olduğunun farkında olmak gerekir.

Samimiyet ya da ahde vefa meselesi kişi için, denilebilir ki, imtihan içinde imtihan gibidir. Zira gündelik hayatımızda bizi sîgaya çeken (kendi iç dünyamızda samimi olup olmamakla bizi çekip çeviren) o kadar manzara ile karşılaşırız ki, sonunda ben ne kadar insanım diyesi gelir kişinin. Etrafta bu kadar kötülük oluyor/olabiliyorsa ben ne kadar ahlaklı biriyim?/(O kötülüklerin işlenmesinde benim ne kadar katkım var?!).  Şu kadar boynu bükük, hakkı çiğnenen, insanlığı unutmuş/unutturulmuş kişi varken ben nasıl oluyor da kendimi dev aynasında görebiliyorum? Bunlara benzer sorular kimi zaman insanın içini tırmalar durur. Gerçekte ahde vefa sadece verilen sözü yerine getirmek ile sınırlandırılamaz. Aslında o, bütünüyle hayatımızın en nazik hallerini avucunda tutan bir kavramdır.

İlmi elde edince onu yerli yerince kullanmak/(onu kötüye kullanmamak), evlilikte sadâkat yemini/(nikah), küçük bir çocuğa bile verdiğimiz herhangi bir söz, yeminler, bize emanet edilen bir sözü/sırrı saklamak, görevimizin hakkını verebilmek, bize bırakılan tarihi/tarih şuurunu koruyabilmek, gönüllerde bize ayrılan sevginin-saygının edebini muhafaza edebilmek, yaşadığımız hayatın-aldığımız nefeslerin sorumluluğunun idrakinde olabilmek gibi daha nice halleri ahde vefa kapsamında pekala değerlendirebiliriz. Aksi halde ahde vefanın kaybolması ya da kaybolmaya yüz tutması demek, gerçekte bizim insanlığımızın, bizi biz yapan şeyin kaybolması demektir. Halbuki örnek aldığımız nice ulu insanın, yeryüzünde ihya etmeye çalıştığı şey, tek kelimeyle insanı insan yapan değerlere yeniden nefes aldırabilmenin gayreti olmuştur. 

Ahlak âbidesi Mehmet Akif’in, kendisiyle yarın falan yerde görüşelim diyerek ayrıldığı bir arkadaşını üç gün boyunca peşpeşe aynı saatte tayin edilen yerde beklediği, fakat sözünü unutan arkadaşı üç gün sonra gelince merhum Akif’in; Üç gündür seni burada bekliyorum, dediği rivayet edilir. Biz bir insanda onun ahlakına işlemiş bir vefa duygusu bulursak ona inanır, güvenir ve hatta onu kendimize model olarak alırız. Kim bilir belki de bu tür hasletlerden dolayı olsa gerektir ki, merhum Akif, çok sevdiği dostu son devrin büyük hadis âlimi ve felsefeci olan Ahmet Naim (Baban) ile komşu imişler. Ahmet Naim bey diyelim başka bir yere taşınırsa Mehmet Akif de hemen ne yapar yapar ona yakın bir yerden ev tutar o da onun yakınına taşınırmış. Onların öteler âleminde Edirnekapı Şehitliği’nde de yan yana yattıklarını bilmem ki, kaç kişi bilir? Bu noktada kendimize şunu sorabiliriz: Acaba bu dünyada iken kurduğum dostluğumu ahirete taşımak istediğim bir dostum var mı? Yoksa bu dünyada yalnızız demektir. Varsa dünyanın en büyük bahtiyarlarından olduğumuza şüphe yoktur.

İnsanın özünün iyi olduğuna inanmamız gerekir. Onu kirlenmişliği sonradandır./ (Hristiyanlıkta olduğu şekliyle İslam itikatında aslî günah inancı yoktur.) Sonradan olan şeyler ârızî ise o temizlenebilir de. Bunun için iyi dost çevresi, samimi bir pişmanlık/(tevbe) ve artık iyiye yönelip o konuda yoğunlaşma yetişir. Bu noktada bilge Konfüçyüs’ün şu sözünü ödünç alabiliriz: “İnsanlar cezalarla düzene sokulurlarsa yozlaşırlar. Nezaketle yönetilirlerse dürüst olurlar.” Mühim olan, özellikle âmir/yönetici konumundaki kişilerin emri altındakilere karşı nazik ve insanca bir tavır içinde olmalarıdır. Zira insan, samimi sevgiye muhtaç olan varlıktır. Odur bizim kabalığımız yontup bu dünyayı yaşanılır kılmamızı sağlayan iksir. Şu halde onu incitmeye hiçbirimizin hakkı olmamalıdır. Öyleyse içimizde biriken tortuları, kin ve hasedi, başkalarını haksız yere küçük görüp onların haklarını gasbetme duygusunu bir şekilde bertaraf edebilmenin yollarını aramak insan olmak isteyen herkesin görevidir. İsterseniz biz buna, kişinin kendine karşı vefalı olmasıdır diyelim. Çünkü insan, doğuştan temiz ise onu temiz olarak korumak gibi kişinin kendine karşı sözü/ahdi vardır. Onu bozan aslında kendine karşı nankörlük etmiştir demektir. Şu halde kendine zulmeden, pekala başkalarına da zulmedebilir. Bir hakîmin ifadesiyle: her zalim, köle; her köle, zalimdir! (Her zalim, aslında nefsinin kölesi olmuş, kendine yazık etmiş biridir. Her ezilmiş, zulme uğramış köle ise başkalarına zulmetmesi muhtemel olan biridir.)

Bekir Akkaya hocanın son iki yazısı [Ne Biçim (Ne) Bir Şey? /20.03.2010/ - Takavut Dilekçesi Tamam / 15.05.2010/] bu noktada bana bazı meseleleri çağrıştırdı: Güven duyulan kişilerin gerçekte o güveni verebilecek çapta olmamaları, dindar görünümlü kişilerin din tacirliğinden hareketle menfaat-perest tavırları gibi haller kimi insanların ümit ve hayal dünyalarına hasar verebilir. Özellikle de söz konusu güruhun büyük adam tipinde görünüyor olmaları sadece kişiler için değil toplum için de büyük bir tehlikedir. Bu açıdan; “Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir!” sözünü hatırlamanın yeridir. Bekir hoca, belki de yaşadığı bazı olumsuzluklar yüzünden, emekliliğe ayrılmayı düşünmüş/istemiş görünüyor/(Yanılıyor olabilirim). Hakkında hayırlısı ne ise onun olması temennimizdir. Bundan sonraki hayatında kendisine muvaffakiyetler diliyorum. Kişinin yaşadığı acı-tatlı tecrübeler eğer o kişinin insanlığına zarar veremiyorsa, o insanı tebrik etmek gerekir. Zira her insan, ister iyi ister kötü biri olsun, bir şekilde etrafındakilere ve yetişen nesillere örneklik teşkil ediyordur. Mühim olan ahde vefayı kendisine ahlak edinmiş biri olarak yaşayıp hayırla anılmaktır. Yoksa vefaya zarar verici hemen her hareket, bir şekilde fanîdir. Fanîde fenâ bulmak herhalde kişinin kendine yapabileceği en büyük haksızlıktır! 

Hürmet ve mahabbetlerimle.

Ahmet Çapku /8 May 2010 Sal tarihinde 11:46 saatinde

 © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 © Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm yasal haklar https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. Çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder