Bu yazı 10.02.2005 tarihinde PROVİZYON GAZETESİ’nde yayınlanmıştır.
Eskiden İki odalı evlerimiz vardı ve ahşaptan. İdare lambaları ocak başının bir bölümünü aydınlatırken içerinin büyük bir bölümü karanlıkta kalırdı. Ocağın başında oturmuş sadece ayaklarımızı ısıtarak bütün vücudumuz sımsıcak olurdu. Küçük çocuk ağaç beşikte ağlarken, annenin ninnileri beşiğin ayak seslerine karışırdı. Ve kedinin hırlaması ve bize sürtünmesi ile ona da bir yer verirdik ocak başında. Biz sıvamazken ocak başına, birden dış kapı çalınırdı. Her akşam olduğu
halde bütün çocuklar kapının vurulması ile heyecanlanır, birilerinin gelmesi, o küçücük ve karanlık odada tüm aileye huzur ve mutluluk verirdi. “Buyur Halil Emmi!” der ve büyük
saygı ile eve alınırdı. Hoş geldinizlerin ardından misafir her gün de gelse baş
köşeye oturtulurdu. Zamanın nasıl geçtiğini kimse fark edemezdi. Pilli
radyolarla “aces” denilen haberler büyük bir dikkatle dinlenir, çaylar
yudumlanır, sohbetler gece yarılarına kadar uzardı. Misafir zifiri karanlıkta
evine uğurlanır, çocuklar büyüklerin ısrarıyla bir yatağa yatırılırdı.
Yattıkları halde çocuklar bile birbirlerine anlattıklarını ve anlatacaklarını
bitiremezlerdi.
Sabahleyin mesai mefhumu
gözetmeksizin erken kalkılır gündelik işler kaldığı yerden devam ederdi. Hayat
bir su gibi devam eder, umutlar ve hayaller hiç bitmek bilmezdi. Ne günün
meşguliyet ve işleri ne de gecenin muhabbetleri kimseyi yormazdı.
Eskiden, “bırak yaşamayı” ölümler
bile güzel olurdu. Hastalığın ve sakatlığın bile bir tadı ve tuzu vardı. Çok
uzak köylerde de olsa hastalananlar duyulur ve ziyaret edilirdi. Şimdiler gibi
hastalıklar kısa sürmezdi. Güzel bir lisanla helalleşilir ve öyle ölünürdü.
Kimsenin hiçbir şekilde acelesi olmazdı. Cenazeye gelenler arabalarla
gelmedikleri gibi, işime geç kalmayayım diye hemen arabaya binip gitmezdi.
Cenazeler bile bir düğün şeklin olurdu.
Eskiden şimdikiler gibi yollar
olmazdı. Yollar çamur olduğundan taştan taşa atlanır belki de bu nedenlerden
dolayı vücutta bir kireçlenme oluşmazdı. Geceleri yol ve sokaklar ışık
olmadığından çıralar yakılarak aydınlatılır, gidilecek yerlere çıra kokuları
eşliğinde gidilirdi. Şimdiki gibi, kimseyi araba tutmaz, mide bulantısı
olmazdı. Bu küçücük yollarda tek sıra dikkatle gidilir büyükler önde küçükler
arkada olurdu. Trafik lambaları olmasa da kimse kaza kurbanı olmazdı, ya da
yaralanmazdı.
Hiç bir evde sular akmaz ama, hiçbir
mekanda da kir bulunmazdı. Kadınlar
çeşme başlarına gider muhabbet eşliğinde güğümlerini doldururdu. Su kaynaktan
içilir, sohbetler gönülden yapılırdı.
İmece usulüyle işler görülür, birlikte
sofralara oturulur, bir dilim ekmeği bütün köy paylaşırdı. Hiçbir telefon
olmadığı halde herkes birbirinden haberdar olurdu. Birine bir tiken batsa
herkes aynı acıyı yaşardı. Meyveler daldan toplanır, bahçede ipten atlanır,
sandıklara çeyizler katlanırdı.
Şimdi ise herkes yoğun, yorgun,
mutsuz ve tek başına…Üstelik acımasız , gaddar ve hırslı…
Buluşmak ümidiyle…
BEKİR AKKAYA/10.02.2005/
PROVİZYON GAZETESİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder