İnternette Arayınız!

9 Kasım 2017 Perşembe

Anılarda Kalanlar /Ekrem SAYGI


İnsanların belleğine  yerleşen ve hiç unutulmayan, zaman zaman karşılaştıkça ve konuştukça gündeme gelen anılar vardır. İki gün önce bir telefon görüşmesi esnasında, geçmişte kalan ve bir günün hikayesi olan bir anım canlandı zihnimde.

Kızımın öğrenimi nedeniyle ikamet ettiğim Manisa’ da güneşli bir sonbahar sabahınının serinliğinde, atmosferi delerek ısısını hissettiren güneşin sıcaklığını hissetmek için, kendimi evden dışarı attım.  Uzun adımlarla yürüyüş alanlarında ve sokakların güneş görmeyen sundurmalarının altından geçerek; oturduğum eve yakın olan ve her zaman oturduğum kıraathanenin caddeye açık olan bölümünde, yarı güneş alan boş  bir masanın yanına oturarak, kendime bir simit ve bir çay söyledim. Erkenden evlerinden çıkmış kave sakinleri, ikili ve dörtlü gruplar halinde kimi okey oynuyor, kimi tavla oynuyor, kimi iskambil oynuyor. Kimi gelmeyen papazına lanet okurken, kimileri ıstakasına yanlış düşen taşına ve kimileri de kötü gelen zarına sinkaf ediyor, gülüyorlar, eğleniyorlar.

Sonbaharın son güneşi vucuduma akım akım dolarken, küçük hazlar duysam da, canımda bir sıkkınlık var gibiydi. Bir yandan tekrarını söylediğim çayımı yudumlarken; bir yandan da telefonumu karıştırıyordum. Belli ki birileri ile konuşma ihtiyacı duyuyordum.

Günlerden Pazar’dı, çoğu arkadaşım çalıştığı için belki de bu saatlerde haftanın yorgunluğunu çıkarmak için derin uykular içindeydiler. Telefonumun belleğinde bulunan isimler üzerinde gezinirken; uzun zamandır görüşmediğim bir ismin üzerinde durdu parmaklarım. Bu isim İstanbul’da ikamet eden mali müşavir ve geçtiğimiz yıllarda siyasete soyunan, samimi olarak hizmet diye yola çıkan ve yarı yolda bırakılan Mustafa ÇAYA arkadaşımızdan başkası değildi. Sanki küsmüş gibi bir hali vardı. Sesi soluğu çıkmıyor ve köşesine çekilmişti, belki de ben öyle düşünüyordum. Önceleri arasıra konuştuğumuz ve arasıra da olsa hal hatır sorduğumuz Mustafa ÇAYA ile uzun zamandır görüşmemiştik. Telefonumun belleğinde ve karşımda duran bu isim geçmişte yaşadığımız bir anıyı canladırdı zihnimde. Kendimle, telefonumun üzerindeki isim arasında gidip gelirken arama tuşuna bastım. Bu ne hızlılıktı, telefonum çalma sesini tamamlamadan, sanki birilerinin aramasını bekliyormuşcasına tonlu bir sesle “Selamun aleyküm” dedi. Ben de, sanki o beni aramışcasına “Aleyküm selam dedim.

Bu selamlaşmanın ardından; kardeş bu ne hızlılık, birinin aramasını mı veya benim aracağımı hissederek telefon elinde mi bekliyordun. Biraz alaycı, yarı kahkahalar atarak gülmeye başladık. Kardeş dedim, sesiniz soluğunuz kesildi. Sanki dünyanın karanlık dehlizlerinde kaybolmuş gibi bir haliniz var. Hayata mı küstün, siyasete mi? yoksa çok mu yoğunsunuz? yoksa ben mi kayboldum, hangisi dedim. “Hayat gailesi” dedi ve devamla; hayat gailesi insanları yalnızlaştırıyor, herkes geçim derdinde, bunun dışında hiçbir hiçbir problem yok. Yavaş yavaş insanlar birbirlerinden uzaklaşıyor, eskisi gibi görüşmeler samimi muhabbetler olmuyor artık. İnsanlar bireysel ve kendi dünyalarının içersinde tıklım tıklım kalabalıklar arasında yapayalnızlar, varsa yoksa işleri ve kazançları.” Uzun olmasa da biraz muhabbet ettik. Lakin ben söylediklerinin hiç birine inanmıyordum. Çükü hayat gailesi, geçim derdi, işler, güçler, kazançlar insanların birbirlerine sundukları kaçamak cümlelerdi. İnsanların birbirlerini aramalarına, dostların, arkadaşların birbirlerine hal hatır sormalarına ne hayat gailesi engeldir, ne de geçim derdi. Hayata biraz küsmüş olsamda ben hep arar ve sorarım, bundanda iyi niyet ve dotluğun dışında hiçbir menfaatim yoktur. Karşıdaki insanın neler düşündüğü beni ilgilendirmez.  Bazen de, neden hep ben ararım sorarım diye kendimi sorguya çektiğim zamanlarda olmuyor değil...

Hani yukarı da demiştim ya; İnsanların belleğine yerleşen ve hiç unutamadıkları anılar vardır. Onlar sıradanmış gibi gözükse de, hiçbir zaman unutulmazlar. Gündeme getirmek istemeselerde hep bellekte durur. İşte bu unutulmazlıkları ve bazen günü birlik yaşanan bu olayları kayda değer gibi gözükmese de yazıya dökmeden edemiyorum.

1990 yılları olsa gerek, sıkıntılı olduğum bir günün sabahında; Kumru İlçesinde oturduğum evimden dişarı attım kendimi. Elekçi deresini kıyısından yürüyerek şehrin biraz dışında bulunan toprak futbol sahasının kıyısında yol boyunca yürüken; Mustfa ÇAYA ile karşı karşıya geldik. Selam kelamdan sonra onun da sıkıntılı olduğu her halinden belli idi. İçimizde oluşan ve ruhumuzu sıkıştıran enerjiyi boşaltacak birşeyler aranıyorduk besbelli. Elekçi deresinin kıyısında bulunan setin üstüne oturduk. Ve uzun bir muhabbetin ardından kararımızı verdik. O zamanlar öğretmenlik yapan ve şimdi ise emekliye ayrılıp köşesine çekilen Bekir AKKAYA da alınacak ve 30 Km. uzağımızda bulunan Korgan İlçesinde saygı duyulan ve “Kirazu Hoca” diye bilinen hocayı ziyaret edecektik. Bu yolculuğumuz Bekir AKKAYA arkadaşımıza bağlı idi. Doğruca evine gittik ve durumu izah ettik. Biraz muhabbetten sonra karar verildi, Korgan İlçesine hocanın ziyaretine gidilecekti. Yüreğimizde oluşan sıkıntılar neydi, neye daralıyordu ruhumuz, bir boşluk vardı içimizde, işte bu boşluğu doldurma adına birazda kendimizi kandırarak sıkıntılı bir günün tam ortasında, yüreğimizde hissettiğimiz burukluğu ve ruhumuzda bize sıkıntı veren boşluğu giderme adına tam gün ortasında bir öğle vakti ve Bekir AKKAYA arkadaşımızın daha acemisi olduğu yanılmıyorsam 1977 model olsa gerek toros aracına binerek, biraz eylence biraz hüzün lakin samimi bir şekilde yola çıktık. Korgan İlçesine geldiğimizde gün ikindiği aşmıştı ve biz aracımızı hocanın evinin yakınlarında bir yere park ederek gideceğimiz evi aramaya başladık. Evi bulduk arka sokaklarda küçük bir bahçesi olan iki katlı eski bir evde oturuyordu hoca. Kapıya yaklaştığımızda halimizi arz etme adına neler yapacağımızı ve nasıl kendimizi izah edeceğimizi konuştuktan sonra, kapıyı çaldık. Hocanın hanımı yaşlı teyze çekingen bir şekilde karşıladı bizi. Hocayı sorduk ve görüşmek istediğimizi arz ettikten sonra teyze içeriye girdi ve tekrar yanımıza döndüğünde hocanın istirahat ettiğini ve biraz sonra bizi çağıracağını söyledikten sonra kapıyı kapatarak tekrar içeriye girdi. Bir saat gibi bir zaman hocanın evinin duldasında tahta iskemlelerin üstünde oturarak beklemeye koyulduk. Bu ara da hem muhabbet ediyor ve hemde birbirimizle dalga geçiyorduk. Gülüşerek hocanın bizi eve almayacağından falan söz ediyorduk. Zaman sonra kapı açıldı ve yaşlı teyze hocanın bizi beklediğini ve içeri geçmemizi söyledi. Edepli, sakin ve terbiyeli bir şekilde misafirlerini ağırladığı büyükçe bir odaya geçtik  ve selam verip hocanın elini öptükte sonra müsadesiyle gösterilen yere oturduk. Ne olacaktı şimdi. Durumumuz malumdu, bunu nasıl izah edecektik. Bu arada yaşlı teze çay demlemiş bize çay ikram etmişti. Biz çaylarımızı yudumlarken bir taraftan da hocayla muhabbet ediyorduk. Biz bu kapıya samimiyet ve sadaktla gelmiştik, ruhumuz daralmıştı, hem hocamızın duasını almak, hem gezmek ve hemde onu ziyaret etmekti maksadımız. Saygınlığı olan, toplumda sevilen ve sayılan biriydi. Hoca derviş ve bizde mürid olmasakta, rüyamızda görmesekte yola çıkmıştık.

Bu arada dervişten söz etmişken Yunus EMRE’nin rüyasında gördüğü kensine seslendiği dervişin sözlerini aktarmak istiyorum.

“Düşünce ruhtur. Ruh düşünce. Belli ki ruhun gezmek diler. O hapis kalmış, senin ise üzgünlüğün ve suskunluğun kelam diler, söz ister. Kendinle konuş, kalbinle tanış. Yönün eğri durmasın. Tebessüm sana yanaşıverir. Yanaşır da sözün sessiz eğrisi, sesin doğrusuna, diklisine erersin. Hem yalnız kalmazsın, kalbin kalabalığa doyar. Marifet seni alıverir. Maarifimle konuşursun. Marifet seni konuk etti mi, kuşlarla konuşursun, taş ile tanışırsın. Kalpler sana müptela olur.”   

Kısa bir muhabbetten sonra hoca bizi teker teker yanına çağırdı. Önce Mustafa arkadaşımız diz çöktü hocanın önünde, Sonra Bekir AKKAYA arkadaşımız ve en son da ben diz çöktüm. Hocanın önünde sırasıyla diz çöktüğümüz esnada; Hocanın sağ eli kalbizin üzerinde bize dualar ediyordu. Samimiyetsizliğimiz yoktu, lakin hocanın sağ eli kalbimizin üzerinde bize okurken, gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Yüzümüzde oluşan somurtkanlık tebessüme dönüşmüştü. Ruhumuzda oluşan sıkıntıyı, yaşamla kalbimiz arasında oluşan buhran yerini heyacana bırakmış, samimiyetsiz değildik fakat gülüyorduk işte…

Zaman sonra Allha ısmarladık deyip ayrıldık hocanın evinden. Akşam yaklaşmıştı ve hava soğuktu. Önce bir lokanta da karnımızı doyurduk. Akşam ezanı okunmaya başlamıştı. Şimdi ne olacaktı, buz gibi suda abdest alınacak ve akşam namazı kılınıp yola öyle çıkılacaktı. Biraz üşenerek te olsa abdestimizi aldık ve namazımızı kıldıktan sonra yola çıktık.            

Karanlık basmış ve biz Kumruya İlçemize gitmek üzere yola çıktık. Öyle bir sis basmıştı ki görüş mesafemiz nerdeyse sıfırdı. Acemi şöför Bekir AKKAYA direksiyonda Mustafa arkadaşımız onun yanında ben ise arka tarafta aracımızın şarampole düşmemesi için başımız camın dışında, öte git, beri gel, korkma sür gibi telkinlerde buluna buluna, endişe ve korkularımız içersinde sanki toprağa basmadan sisler içersinde ilerledik. İslam dağ denilen beldeye indiğimizde rahat bir nefes aldık ve birsaatlik yolu iki veya üç satte katederek İlçemize ulaştık ve evlerimize dağıldık.   

Ekrem SAYGI 07.11.2017

©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder